15 Ekim 2009 Perşembe

ŞÜPHEYE DÜŞÜNCE

İnsanın yaşayabileceği en büyük talihsizliklerden biri, gördüklerine inanmakla inandıklarını görmek arasında yaşadığı gelgit olsa gerek ki bu talihsizlik tüm hayatımızın ta kendisidir zaten. Öyle anlar olur ki, insan denen varlık yalnızca gördükleriyle kararlar almak, gördüklerine dayanarak hareket etmek durumundadır. Gözün gördüğü gerçektir ya ne de olsa! Fakat bazen de-görünenin yanılsamasına kapılma korkusundan belki de- inandıklarına sarılır. Peki, bu seçimleri neden yapmak zorunda kalırız? Neden bazen gördüklerimize, bazense inandıklarımıza göre alırız kararlarımızı? Çünkü hepimiz işimize gelene giden yolda ve tüm faydacılığımızla üstelik vicdan denen meşrulaştırma silahını da kuşanarak hareket ederiz.

İnançlarımızın toplumsallığına karşı hep gördüklerimizin gerçekliği üzerinde durur sözde gerçekçiler. Fakat zaman algısının dahi toplumsal olduğu, bunca kelime ve anlamın boşlukta durmak yerine şeylere yüklendiği bildiğimiz evrende görünenin gerçekliğini sorgulamanın vakti çoktan gelmemiş midir? Bu durumda, hem inançlar hem de sosyal hayatta yapılan tüm gözlemler sadece sahte algılarımızdan ibarettir ve tarafımızdan, yalnız ve yalnızca hayatı işimize geldiği gibi yaşama eğiliminden doğar.

İşine geldiğince yaşamak, işine geldiğince anlamak, işine geldiği gibi yakalamak hayatı; işte biz buyuz, tüm insanlık tarihinin özeti budur…

Toplumsallaşmış ya da bireysel olarak karşımıza çıkan işine geldiği gibi yaşama yöntemleri ne kadar çok kişi tarafından benimsenirse o kadar kolay olur uyum sağlamak ve kitle bilinçleri yaratmak. Ne kadar uyumsuz olsanız da mutlaka bir toplumsal gruba dahilsinizdir ne de olsa, bu da işinize geliyordur elbette. Nihayetinde bu değimliyiz? İşine geleni yaşayan ve bu iğrençlikten ne yapsa kurtulamayacak olan bizler…

Her sabah uyandığınızda kendinize sorun gördüklerime mi inanmalıyım yoksa inandıklarımı mı görmeliyim? Cevap her gün değişecektir emin olun.